Doksanları anlatan yazılar, filmler, hikayeler bizleri; yani seksenlerde doğmuş jenerasyonu yalnızca çocukluğumuzu, saf hayallerle bezenmiş anılarımızı hatırlattığından dolayı mı kendine bağlar? Yoksa, bir daha asla eskisi gibi olmayacak güzel ve bunları bilinçli “ölü taklidi yapma becerisinden” dolayı nispeten hakeden ülkemizin o son dublesine yetişmiş olmanın verdiği alaycı yalnızlıktan mıdır tüm bu “nostalji hasreti”?
1987 senesinde İstanbul’da doğmuşum. Sarı Amerikan taksilerin Kadıköy’den Moda’ya seferini de hatırlıyorum. Eve ilk internet bağlanan günü de… O zamanlar bu kadar “cool” bir yer değildi belki de Moda. İlkokul öğretmenimin elinden tutar, onun evine kadar beraber yürür; sonrasındaysa hızlı adımlara eve gelirdim. Evde olmak benim için huzuru bulmakla eşdeğerdi.
Babamın W124 200E Mercedes’iyle Erdek’teki yazlığımıza Cuma akşamları gelmelerini düşünürüm bazen. Ve her Pazartesi sabahı erkenden İstanbul’a giderken, bir gün ben de böyle bir otomobili kullanabilecek miyim düşüncesiyle onu yolcu etmemizi… Mercedes’ine binmek, bilhassa ağabeyimle o araçta seyahat ederken babamı izlemek; kendimi sanki çok sevdiğim macera filmlerinden birindeymişim gibi hayal etmemi sağlardı.
Bence, şu anda çocukluğunu yaşayan kuşak her ne kadar ebeveynleri tarafından (yani bizler) şanslı olarak görülseler de; aslında çok kıymetli bir şeyi kaçırdıklarını düşünüyorum. Haddinden fazla renge, görsele, sese, ya da teknolojik ekipmana maruz kalıyorlar. Etrafındakileri bir tüketim malzemesi haline getirip tam anlamıyla keyfini çıkarmaya çalışmaktan çok, bir sonrakine ne zaman geçerim dürtüsüyle hareket ediyorlar. Bunun sebebi ise bizleriz. Söylemek istediğim “sokakta oynardık romantizmi” değil aslında. Başka bir şey. Gördüklerini özümsemek, bir kuşu seyretmek, babanın direksiyonu tutarken diğer eliyle de kaseti takışını gözlemlemek; bunların hiçbirini şimdiki çocuklar şu ortamda maruz kaldıkları türlü tüketim aracı sebebiyle yeterince odaklanamadıklarından mütevellit hatırlayamayacaklardır bizler gibi. Dingin düşünmelerine engel olduğumuz için kendi jenerasyonumuzun da bu noktada sorumlu olduğunu düşünüyorum aslına bakarsanız.
Konudan konuya savrulurken, çocukluğumun bilgisayar oyunlarına çok kısaca değinip yazımı sonlandırmak istiyorum aslında. Need for Speed 2SE adlı oyunu 30’lu yaşlardaki okurlarımız muhakkak hatırlayacaktır. Sıradan bir yarış oyunu olarak görülmesine rağmen bu oyunda bile bir mimari anlatım, özgün bir senaryo ve kendine has bir naiflik varmış gibi geliyor şimdi düşündüğümde. Avustralya pistindeki yol ayrımında McLaren F1 aracımızı az mı pert ettik? Şu anki afili grafiklere sahip bilgisayar, konsol ya da tablet oyunlarının anlayamadığı yegane şey de aslına bakarsanız bu temel öğede gizli. Oyuncuyu, yaratmış olduğu eserini göstermek istediği bir sanat koleksiyoneri olarak görmektense; günümüzde bir müşteri gibi görüp; “daha yeni ne satabilirim” motivasyonuyla hareket eden simsarlara dönüştü oyun firmaları.
Geleceği tahayyül ettiğimde de pek iç açıcı havadislerle karşılaşmayacağız gibime geliyor aslında. Otonom sürüş özelliği geldiğinde araçlarda bizleri ne ile oyalayacaklar sanıyorsunuz: “In App Purchases”…
Muhteşem bir yazı, ne denebilir ki, şapka çıkartıyorum.